top of page

Salgın Hastalıklarının Tarihi, Korona Virüsü ve Kapitalist Uygarlığın Sınırı

  • 3 Haz 2020
  • 3 dakikada okunur

Korona Virüsü (Covid 19) salgınının bir pandemiye dönüşmesi tüm insanlığı derinden etkilemiştir. Korku ve çaresizlik duygusu, insanları sarmış durumda. Böylesi kriz dönemlerinde birçok komplo teorilerinin ortalıkta dolaşması normaldir. Bu nedenle gerçekçi analizlerin yapılması önem kazanmaktadır.

Korona virüsü, doğanın bir uyarısı veya öç alması mıdır? Yoksa insanlık için büyük tehlike olmaya başlayan kapitalist uygarlığın geliştirdiği biyolojik bir silah mıdır? Diyalektik bakış açısı, bu iki karşıt düşüncenin bir arada ele alınmasını gerektiriyor. Burada sorun, bu karşıtlardan hangisinin daha ağır bastığı sorunudur. Bakteri ve virüs kaynaklı salgın hastalıklar, sadece doğal bir fenomen değil, aynı zamanda toplumsal bir sorundur. Başka bir deyişle, mesele sadece tıbbın, özellikle mikrobiyolojin değil, aynı zamanda makro-sosyolojik bir mesele olarak ele alınmalıdır. Sorunu, yalnızca mikro-biyolojik soruna indirgemek, dünyayı tek-boyutlu yorumlamak demektir. Kısacası, sağlık sorunu, doktorlara bırakılamayacak derecede önemli olan toplumsal bir sorundur.

Ciddi bilimsel araştırmalar, virüslerin hayvanlardan insanlara geçtiğini ortaya koyuyor. Ama dünya savaşlarında biyolojik ve kimyasal silahların (zehirli gazlar vb.) kullanılması, çok küçük bir ihtimal de olsa virüsün biyolojik bir silah olarak geliştirildiği, ama kontrolden çıktığı olasılığını düşündürüyor insana.


Neolitik Devrim ve Salgın Hastalıkları

Salgın hastalıklarının tarihi konusunda bilgiler bize yol gösterebilir. Almanya’daki Max-Planck-Enstitüsü, “İnsanlık Tarihi” alanında da araştırmalar yürütüyor. Bu araştırma alanlarından biri de bakteri, virüs ve bunlardan kaynaklanan salgın hastalıkları konusudur. 1954 yılından beri yapılan araştırmalardan birine göre, bakterilerden kaynaklanan ilk salgın hastalığı tahminen M.Ö 6.500’de Avrasya’da ortaya çıktı. Bu salmonella bakterilerden kaynaklanan salgınların hayvanların evcilleştirilmesinin sonucu olarak ortaya çıktığı iddia ediliyor. Dolayısıyla salgın hastalıklarının kökeninin çok eski çağlara, özellikle Neolitik Devrim diye bilinen döneme kadar gittiği ileri sürülüyor.

Yaklaşık 10 000 yıl önce, yani MÖ. 8000’den itibaren Anadolu, Suriye ve Mezopotamya’da yaşanan “Neolitik Devrim” insan uygarlığını değiştirdi. İnsanlığın yerleşik yaşama geçmesini olanaklı kılan bu devrim, insanlık tarihinin akışını belirleyen bir devrim olarak kabul edilir.

Mezopotamya’nın dağlık ülkelerinin güney yamaçlarındaki avcı-toplayıcılar yabani ot yetiştirmeye ve hayvanları evcilleştirmeye başladılar, yerleşmek ve daha büyük yerleşimler ve toplumlar oluşturmak için kaynaklar elde ettiler. Yeni ekonomi biçimine (tarım) ve yeni yaşam biçimi olarak yerleşik toplumsal yaşama geçiş, bazı riskleri de birlikte getirdi. Hayvanlar ve çiftçiler topluluğunda, bakterilerin ideal yaşam koşulları bulduğu görüşünden hareket ediliyor.

Eğer bu bilgilerin doğru olduğundan hareket edersek, nasıl sonuç çıkarılabilir? Bu bilgilerin ışığında, modern yaşamda salgın hastalıklarının nedeni konusunda neler söylenebilir? En son söylenecek şeyi, hemen söylemek gerekirse, bakteri ve virüs kaynaklı salgın hastalıklarının yayılmasında hem doğanın hem de toplumsal koşulların önemli bir payı vardır.

Yaşam koşullarının kötü olması, ortamların hijyen olmaması, salgın hastalıkların yayılmasını kolaylaştırmaktadır. İnsanlık tarihinde çok büyük salgınlar yaşandı. Örneğin “Kara Ölüm” adıyla bilinen ve 1346-1353 yılları arasında ortaya çıkan Veba salgınıyla Avrupa’da 75-200 milyon arasında insanın hayatını kaybettiği biliniyor. Avrupa nüfusu %40-60 arasında azaldı. 1918 yılında İspanya Gribi denilen salgında 30-100 milyon insanın öldüğü söyleniyor.


Büyük Kentler ve Ekolojik Dengenin Bozulması

Peki ama modern çağda neden böyle salgınlar yaşanmaktadır? Somut konuşmak gerekirse, büyük kentlerin oluşumu, sanayinin belirli alanlarda yoğunlaşması, hava ve su kirliliğine ve insan başına düşen yeşil alanların giderek küçülmesine yol açmıştır. Yeşil alanların sürekli yok edilmesi, insan sağlığı için elzem olan oksijenin azalması demektir.

Milyonlarca arabanın çıkardığı karbondioksitin doğaya verdiği zarar biliniyor. Deniz ürünlerinin neslinin tükenmesi, sebze ve meyvelerin genlerine müdahale, kapitalizmin tüketim çılgınlığı doğanın ekolojik dengesinin bozulmasına yol açıyor. Çeşitli hayvan türlerinin yok oluşu, .çiçeklerin, bitkilerin vb. tozlaşmasını sağladığından insan yaşamı için son derece önemli rol oynayan arıların giderek azalmasının, doğa ve insanı sömüren kapitalist üretimden kaynaklandığını kimse inkâr edemez.

Burada çok önemli soru karşımıza çıkıyor: Neden büyük kentler oluşuyor ve oralara göç ediliyor? Tek neden değilse, asıl neden kapitalist üretim tarzıdır. Bu olgunun iyi açıklanması gerekiyor. Sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşmesiyle, büyük kentlerin oluşması arasında bir bağ vardır. Sermaye, bir yanda hemen ulaşabileceği ucuz işgücüne ihtiyaç duyar, öte yandan da kısa zamanda üretme ve ürettiklerini mümkün olduğu kadar çabuk satmak ister. Zamanın hızlanması ve uzamların küçülmesi bununla ilgili.

Sermayenin bu amaçlarına ulaşması, büyük kentlerde daha kolay olmaktadır. Dolayısıyla büyük kentlerin oluşması ve kırdan kente göç etme, sermaye düzeniyle yakından ilişkilidir. Haber Türk Gazetesi’nin yazarlarından biri olan Nagehan Alçı, bir TV-programında İstanbul’a göçün durdurulmasının mümkün olmadığını iddia etmişti. Çok konuşan, ama az düşünenler böyle mantık yürütebiliyor işte. Oysa sermayenin mantığını kavramış olsaydı, böyle fikir kırıntısı içermeyen sözleri sarf etmezdi

Eğer ülke çapında planlı bir ekonomi olsaydı, göçü engelleyecek ekonomik ve politik tedbirler alınsaydı, yeni imar alanları açılmasaydı İstanbul’un nüfusu 16 milyona ulaşamazdı. Eğer insanların yaşadıkları bölgelerde, geçimlerini sağlayacağı ekonomik olanaklar yeterli ölçüde yaratılmış olsaydı, insanlar büyük kentlere göç etmek zorunda kalmazlardı. İstanbul’un bir sürü yeşil alanlarının, imara açılması ise belirli politikaların ürünüdür. Sermayenin mantığı bu politikalarda ifadesini bulur.

Son Yazılar

Hepsini Gör
Ulusal Devlet ve Milliyetçilik

T.C devletin ideolojik hizmetkarları, Kürt hareketini, ‘etnik milliyetçi’, ‘bölücü’ olmakla suçlamaktadırlar. ‘Türk’ kimliğinin ‘etnik...

 
 
 
Determinizm ve özgür irade sorunu

Özgürlük, determinist olan bir şeyi değiştiremeyecekse, gerçek özgürlük sayılmaz. Siyasette doğru hattı izlemeyi mümkün kılacak olan şey,...

 
 
 

Comments


bottom of page